DALAKÇI GENÇLİK

Selam Nazım

23.04.11

Anasayfa
Yukarı
Selam Nazım
YELATAN

 

 

Köyümüz Dalakçı Gazetesi yazarlarından makaleler

Alim Tosun

Emekli öğretmen

SELAM NÂZIM

 

       Tarih 24 Ocak 2008     İstanbul  Beyoğlu Yapı Kredi Bankası  Kültür Sanat Merkezi’ndeki Nâzım Hikmet  sergisini eşim Döndü ile birlikte gezdik. Son derece duygulu bir sergi, Nâzım’ın sesinden şiirleri seslendiriliyor.Nâzım Usta’nın tüm özel eşyaları sergilenmiş. En ünlü şiirlerinin müsvetteleri,  pasaportu, nüfus kağıdı, şapkası, elbiseleri, kullandığı olivetti marka daktilosu, kalemleri, küçük bir kesede vatan toprağı, Türkiye’den kendisine gönderilen mektuplar, (ör.Yaşar Kemal’in mektubu)  Abidin Dino ve Avni Arbaş’ın yaptıkları Nâzım Hikmet portreleri daha da sayamadığım pek çok eşyası burada sergilenmiş.Bu eşyaları görünce Nâzım Hikmet gözlerimin önüne geldi.  Zaten okumadığım yapıtı, şiiri hatta piyesleri kalmamıştı.

     On gün sonra aynı sergiyi  halam oğlu Aydın Tosun sevgili eşi Rahime ben ve sevgili eşim Döndü ile bir kez daha gezdik. Nâzım  bir kez daha buğulanan gözlerimizin önüne geldi. Birlikte ziyaretimizde Aydın ve Rahime çok mutlu oldular. Tahmin etmiyorlarmış, sergiyi  görünce  inanamadılar. Şimdi konumuza yeniden dönelim. 

  

     İnsanlığın aydınlanma sürecindeki kilometre taşlarından biri de Nâzım Hikmet’tir. Bunlardan biridir. Hatta birincisidir.

     Çok sözü vardı Nâzım’ın, çok söz söylendi hakkında. Fr. Şair Louis Aragon  bunu çok güzel özetler. “Nâzım Hikmet XX. yüzyılın en kalburüstü aydınlarından biridir, Ayzenştayn,  Brecht  ve  Picasso ile yan yanadır

 

    

        O’nun, 1902’de başlayıp 1963’te sona eren yaşam serüvenini bir trajedi  olarak nitelendirmek hiç de yanlış olmayacaktır. Bu yaşam, acıyla, hüzünle, özlemle olmanın yanı sıra, memleket ve insan sevgisiyle de yoğunlaşmış onurlu bir yaşamdır.

 

    Nâzım Hikmet’in insanlık serüveni, kısa bir yazının içine sığmaz. Kimi  insanların  yaşamı iki parantez arasında saklıdır.  Nâzım , doğumu ve ölümü içine alan parantezi çatlatır, taşar. O,

 

     “Ben bir insan,

       Türk şairi Nâzım Hikmet ben,

       Tepeden tırnağa iman,

       Tepeden tırnağa kavga ve ümitten ibaret ben”   diyen dizelerinin içine neleri sığdırmamış ki.

 

Bir istasyondan kalkan ağır bir yük trenini düşünün. Tüm dünya insanlığının bindiği bir tren.  Bir vagonda, O’nun,

 

         “Kardeşlerim

           Bakmayın sarı saçlı olduğuma,

           Ben Asyalıyım.

           Bakmayın mavi gözlü olduğuma

           Ben Afrikalıyım.”  Diyen dizelerinde, yeryüzü kardeşliği ile kucaklaşırsınız.

 

        Diğer bir vagonda,

 

            “Hiroşima’da öleli

              Oluyor bir on yıl kadar

              Yedi yaşında bir kızım,

              Büyümez ölü çocuklar.”     Diyen dizelerinde de  atom   bombasının yok ettiği çocukların çığlıklarını duyarsınız.

 

    Dünyanın  insan mozaiğinde, bizleri dolaştıra  dolaştıra,   durmadan vagonlarını çoğaltır, birbirine ekler, en son vagondan da  kendisi seslenir bize:

                    “En   sevdiğim  memleket  yeryüzüdür

                      Sıram gelince yeryüzüyle örtün üzerimi”

 

     O,bütün destanlarında bizlere insanı insan yapan,  onuru,  erdemi,  direnci,  direnmeyi,  sevinci,  sevdayı,  yaşamayı,  yaşatmayı öğretmiştir. O’nun ,yalın bir Türkçeyle kaleme alınmış,  Ulusal Kurtuluş  Savaşı’na sahip çıkan ve bu savaşın Ulu Önderini yadsımayan, KUVAYİ MİLLİYE DESTANI’ndaki coşkuyu duymamak olası mı?

 

        Emperyalizme  ilk  tokadı  atan  yoksul bit halkın, işgal edilmiş bir yurdun, kendi gücüyle yeniden doğuşun destanındaki şu dizeler kendisini zaman ötesine taşır, ulusal direnişin simgesine dönüşür.

 

                            “Sarışın bir kurda benziyordu

                             Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

                             Yürüdü uçurumun başına kadar,

                             Eğildi, durdu.

                             Bıraksalar

                             İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak

                             Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

                             Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.”

 

        Nâzım Hikmet’in verili düzenle çatışması, siyasal inançları, hapishanelerin    ikinci  adresi olmasına neden olmuştur.  Buna karşın, o dönemin  yasalarına   göre yasa dışı sayılan  Nâzım Hikmet o büyük kavgasını, asrının çürüyen değerlerine karşı vererek,  insanlığın büyük  birikimini bugüne taşımış, önünü açmış, insanı dönüştürmenin ve onu bir potada eritmenin  yollarını aramış, daha  yaşanılası bir dünyanın penceresinden bakabilmeyi bizlere öğretmiştir.

 

         Yasalar gelip geçicidir. Suç da göreceli bir kavramdır. Toplumların gelişimine göre dün suç sayılan, bugün  suç olmaktan çıkabilir.Düne göre yasadışı sayılan,bugün  ulusal onuru temsil eder hale gelebilir. Kaldı ki tarih bilinci  arkamıza baktığımızda adalet tarihinin adli hatalara da tanıklık ettiğini görürüz.

          Bugün yalnızca insanlığı ve şiiri  kendine mülk edinen ,  şiirimizin en büyük çınarı  Nâzım Hikmet’le kucaklaşmanın zamanıdır. Ustamızın yüzüncü doğum yılı  sadece ülkemizde değil, Unesco’nun önderliğinde tüm dünyada kutlandı. Böyle bir şairimiz olduğu için gurur duymalıyız.

       Dünya insanlığının en büyük  evlatlarından  olan  Nâzım Hikmet, öncelikle bizim şairimizdir. Dilimizi çoğaltmış, geliştirmiş, şiirimizin çıtasını yükseltmiş, Türk şiirine ve şairlerine büyük olanaklar sunmuş, Türkçe yazılan şiiri dünyaya tanıtmış bir şairdir.  

     Nâzım Hikmet, bir dünya vatandaşı olsa da ne yazık ki hala T.C. vatandaşı değildir. Şu unutulmasın ki büyük  sanatçıların  hiç bir zaman affa gereksinmesi yoktur. O büyük şairimizi, siyasal kaygılardan arınarak, dilimize kazandırdığı güzelliklerle, insanlığımıza kattığı değerlerle analım. Bir ulusun türkülerini yakanlar  kadar  o ulusun şiirini yazanlar da dayatmacılardan daha güçlüdür.

     Bir sanatçı doğruyu  söylediğinde  üstüne  ne kadar gidilirse gidilsin, ne kadar yürünürse yürünsün halk günü geldiğinde o sanatçının hakkını teslim ve tescil eder. Aslında Nâzım, hakkını söke söke almıştır. Bunda kimsenin kuşkusu olmasın. Memleketine bu denli  aşık  şairimize  karşı üçüncü bin yılda artık bu ayıptan kurtulmalıyız. Bu ayıp sürdürülmemelidir. Yani Nâzım Hikmet’e acil vatandaşlık hakkı. Yöneticilerimiz, hele Kültür bakanı bu konuda gerekeni yapmalı, Hiç kıvırmasın.

    

 

 

 

 

 

 

  O’nun ,  halkımızın  yüreğinde yaşayan  şu dizelerindeki içtenliğe bakın:

                                   

   “Bugün Pazar

     Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar

     Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak

     Bu  kadar mavi

     bu kadar geniş olduğuna şaşarak

     kımıldamadan  durdum…

     Sonra saygıyla torağa oturdum,

     Dayadım sırtımı duvara.

     Bu anda ne düşmek dalgalara,

     Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.

     Toprak, güneş ve ben

     Bahtiyarım…”

     

    Nâzım, insanlık dışı  koşulların  kendisine  dayatılmasına, yoksunluklar içinde bulunmasına karşın yılmamış, insanlık onurunu her şeyin üstünde tutmuştur. Düşünün. Böylesine acılar içinde kim onun kadar yiğit kalabilmiş ulusunun torağını kutsayabilmiştir

       O Büyük şairimiz,  üzerindeki yoğun baskılar sonucu, bir gün Boğaz’ın masmavi sularına hüzünlü bir elveda bırakıp ülkeyi terk ettiğinde bile  artık  hiçbir yer dindiremez memleket özlemini. Ne  Varna,  ne Sofya, ne Moskova, ne Havana, ne Paris, ne Prag. Diline sürgün,

ülkesine sürgün, memleket özlemi, hemen her şiirinde dile gelir ama  özellikle şu dizelerdeki duygular yürek kanatır.

     

         “Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.

           Seyir defterini başkası yazsın.

          Kubbeli, çınarlı  mavi bir liman.

           Beni o limana çıkaramazsın…”

 

       Tarih 3 Haziran 1963 günlerden Pazartesi. Vakit sabah. Nâzım, evinin kapısını açar, günlük gazetelerini almak için eğilir…

       Yeryüzü yolculuğunu  tamamlar. Bir daha kalkamaz.

 

          “Sonra şu on yıldan bu yana

            Benim, fakir milletime ikram edebileceğim

           Bir tek elmam var elimde doktor,

           Kırmızı bir elma:

           Kalbim.”

 

     O, şimdi ülkesinden uzakta, Moskova’da  Novodeviciy mezarlığında yatıyor ve Anadolu’da bir köy mezarlığında memleketinin toprağıyla buluşmayı, bu özlemin  dindirilmesini bekliyor.

     Biz de Dalakçılılar olarak yüreklerimizden toplayıp derlediğimiz bir demet memleket şarkısını, bir avuç maviyi ona gönderiyor ve anısını sevgiyle selamlıyoruz.

                                                                              Sevgi ve saygı ile kalın

 

TÜRK KÖYLÜSÜ

       

         Topraktan öğrenip

                             Kitapsız bilendir

         Hoca Nasreddin gibi ağlayan

                             Bayburtlu Zihni gibi gülendir

        Ferhad’dır

                            Kerem’dir

                                          Ve Keloğlandır.

        Yol görünür onun garip serine,

        analar babalar umudu keser,

       kahbe felek ona eder oyunu,

       çarşambayı sel alır,

       bir yar sever

                    el alır,

      kanadı kırılır

                    çöllerde kalır,

      ölmeden mezara koyarlar onu.

      O,”Yunusu biçaredir

      Baştan ayağa  yaredir”

      Ağu içer su yerine.

      Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmesin önlerine

      Ve bir kere vakterişip

                           “Gayrık yeter!...”

                                   Demesinler.

      Bunu bir dediler mi,

      “İsrafil surunu urur,

         Mahlukat  yerinde durur”

     Toprağın nabzı başlar

                          Onun nabızlarında atmağa.

     Ne kendi nefsini korur,

                           Ne düşmanı kayırır,

    “Dağları yırtıp ayırır,

     Kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa

                                                (Kuvayi Milliye’den)

                                                  

                                                 Nâzım Hikmet Ran

      

         “

 

 

 

Anasayfa

Stand: 22.04.11