SELAM NÂZIM
Tarih 24 Ocak 2008
İstanbul Beyoğlu Yapı Kredi Bankası Kültür Sanat Merkezi’ndeki Nâzım
Hikmet sergisini eşim Döndü ile birlikte gezdik. Son derece duygulu bir
sergi, Nâzım’ın sesinden şiirleri seslendiriliyor.Nâzım Usta’nın tüm özel
eşyaları sergilenmiş. En ünlü şiirlerinin müsvetteleri, pasaportu, nüfus
kağıdı, şapkası, elbiseleri, kullandığı olivetti marka daktilosu, kalemleri,
küçük bir kesede vatan toprağı, Türkiye’den kendisine gönderilen mektuplar,
(ör.Yaşar Kemal’in mektubu) Abidin Dino ve Avni Arbaş’ın yaptıkları Nâzım
Hikmet portreleri daha da sayamadığım pek çok eşyası burada sergilenmiş.Bu
eşyaları görünce Nâzım Hikmet gözlerimin önüne geldi. Zaten okumadığım
yapıtı, şiiri hatta piyesleri kalmamıştı.
On gün sonra aynı sergiyi
halam oğlu Aydın Tosun sevgili eşi Rahime ben ve sevgili eşim Döndü ile bir
kez daha gezdik. Nâzım bir kez daha buğulanan gözlerimizin önüne geldi.
Birlikte ziyaretimizde Aydın ve Rahime çok mutlu oldular. Tahmin
etmiyorlarmış, sergiyi görünce inanamadılar. Şimdi konumuza yeniden
dönelim.
İnsanlığın aydınlanma
sürecindeki kilometre taşlarından biri de Nâzım Hikmet’tir. Bunlardan
biridir. Hatta birincisidir.
Çok sözü vardı Nâzım’ın,
çok söz söylendi hakkında. Fr. Şair Louis Aragon bunu çok güzel özetler.
“Nâzım Hikmet XX. yüzyılın en kalburüstü aydınlarından biridir, Ayzenştayn,
Brecht ve Picasso ile yan yanadır
”
O’nun, 1902’de başlayıp
1963’te sona eren yaşam serüvenini bir trajedi olarak nitelendirmek hiç de
yanlış olmayacaktır. Bu yaşam, acıyla, hüzünle, özlemle olmanın yanı sıra,
memleket ve insan sevgisiyle de yoğunlaşmış onurlu bir yaşamdır.
Nâzım Hikmet’in insanlık
serüveni, kısa bir yazının içine sığmaz. Kimi insanların yaşamı iki
parantez arasında saklıdır. Nâzım , doğumu ve ölümü içine alan parantezi
çatlatır, taşar. O,
“Ben bir insan,
Türk şairi Nâzım Hikmet
ben,
Tepeden tırnağa iman,
Tepeden tırnağa kavga ve
ümitten ibaret ben” diyen dizelerinin içine neleri sığdırmamış ki.
Bir istasyondan kalkan ağır bir
yük trenini düşünün. Tüm dünya insanlığının bindiği bir tren. Bir vagonda,
O’nun,
“Kardeşlerim
Bakmayın sarı saçlı
olduğuma,
Ben Asyalıyım.
Bakmayın mavi gözlü
olduğuma
Ben Afrikalıyım.”
Diyen dizelerinde, yeryüzü kardeşliği ile kucaklaşırsınız.
Diğer bir vagonda,
“Hiroşima’da öleli
Oluyor bir on yıl
kadar
Yedi yaşında bir
kızım,
Büyümez ölü
çocuklar.” Diyen dizelerinde de atom bombasının yok ettiği çocukların
çığlıklarını duyarsınız.
Dünyanın insan mozaiğinde,
bizleri dolaştıra dolaştıra, durmadan vagonlarını çoğaltır, birbirine
ekler, en son vagondan da kendisi seslenir bize:
“En
sevdiğim memleket yeryüzüdür
Sıram
gelince yeryüzüyle örtün üzerimi”
O,bütün destanlarında
bizlere insanı insan yapan, onuru, erdemi, direnci, direnmeyi,
sevinci, sevdayı, yaşamayı, yaşatmayı öğretmiştir. O’nun ,yalın bir
Türkçeyle kaleme alınmış, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na sahip çıkan ve bu
savaşın Ulu Önderini yadsımayan, KUVAYİ MİLLİYE DESTANI’ndaki coşkuyu
duymamak olası mı?
Emperyalizme ilk
tokadı atan yoksul bit halkın, işgal edilmiş bir yurdun, kendi gücüyle
yeniden doğuşun destanındaki şu dizeler kendisini zaman ötesine taşır,
ulusal direnişin simgesine dönüşür.
“Sarışın bir kurda benziyordu
Ve
mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
Eğildi, durdu.
Bıraksalar
İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve
karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı.”
Nâzım Hikmet’in verili
düzenle çatışması, siyasal inançları, hapishanelerin ikinci adresi
olmasına neden olmuştur. Buna karşın, o dönemin yasalarına göre yasa
dışı sayılan Nâzım Hikmet o büyük kavgasını, asrının çürüyen değerlerine
karşı vererek, insanlığın büyük birikimini bugüne taşımış, önünü açmış,
insanı dönüştürmenin ve onu bir potada eritmenin yollarını aramış, daha
yaşanılası bir dünyanın penceresinden bakabilmeyi bizlere öğretmiştir.
Yasalar gelip
geçicidir. Suç da göreceli bir kavramdır. Toplumların gelişimine göre dün
suç sayılan, bugün suç olmaktan çıkabilir.Düne göre yasadışı sayılan,bugün
ulusal onuru temsil eder hale gelebilir. Kaldı ki tarih bilinci arkamıza
baktığımızda adalet tarihinin adli hatalara da tanıklık ettiğini görürüz.
Bugün yalnızca
insanlığı ve şiiri kendine mülk edinen , şiirimizin en büyük çınarı Nâzım
Hikmet’le kucaklaşmanın zamanıdır. Ustamızın yüzüncü doğum yılı sadece
ülkemizde değil, Unesco’nun önderliğinde tüm dünyada kutlandı. Böyle bir
şairimiz olduğu için gurur duymalıyız.
Dünya insanlığının en
büyük evlatlarından olan Nâzım Hikmet, öncelikle bizim şairimizdir.
Dilimizi çoğaltmış, geliştirmiş, şiirimizin çıtasını yükseltmiş, Türk
şiirine ve şairlerine büyük olanaklar sunmuş, Türkçe yazılan şiiri dünyaya
tanıtmış bir şairdir.
Nâzım Hikmet, bir dünya
vatandaşı olsa da ne yazık ki hala T.C. vatandaşı değildir. Şu unutulmasın
ki büyük sanatçıların hiç bir zaman affa gereksinmesi yoktur. O büyük
şairimizi, siyasal kaygılardan arınarak, dilimize kazandırdığı
güzelliklerle, insanlığımıza kattığı değerlerle analım. Bir ulusun
türkülerini yakanlar kadar o ulusun şiirini yazanlar da dayatmacılardan
daha güçlüdür.
Bir sanatçı doğruyu
söylediğinde üstüne ne kadar gidilirse gidilsin, ne kadar yürünürse
yürünsün halk günü geldiğinde o sanatçının hakkını teslim ve tescil eder.
Aslında Nâzım, hakkını söke söke almıştır. Bunda kimsenin kuşkusu olmasın.
Memleketine bu denli aşık şairimize karşı üçüncü bin yılda artık bu
ayıptan kurtulmalıyız. Bu ayıp sürdürülmemelidir. Yani Nâzım Hikmet’e acil
vatandaşlık hakkı. Yöneticilerimiz, hele Kültür bakanı bu konuda gerekeni
yapmalı, Hiç kıvırmasın.
O’nun , halkımızın yüreğinde
yaşayan şu dizelerindeki içtenliğe bakın:
“Bugün Pazar
Bugün beni ilk defa güneşe
çıkardılar
Ve ben ömrümde ilk defa
gökyüzünün bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna
şaşarak
kımıldamadan durdum…
Sonra saygıyla torağa
oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek
dalgalara,
Bu anda ne kavga, ne
hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben
Bahtiyarım…”
Nâzım, insanlık dışı
koşulların kendisine dayatılmasına, yoksunluklar içinde bulunmasına karşın
yılmamış, insanlık onurunu her şeyin üstünde tutmuştur. Düşünün. Böylesine
acılar içinde kim onun kadar yiğit kalabilmiş ulusunun torağını
kutsayabilmiştir
O Büyük şairimiz,
üzerindeki yoğun baskılar sonucu, bir gün Boğaz’ın masmavi sularına hüzünlü
bir elveda bırakıp ülkeyi terk ettiğinde bile artık hiçbir yer dindiremez
memleket özlemini. Ne Varna, ne Sofya, ne Moskova, ne Havana, ne Paris, ne
Prag. Diline sürgün,
ülkesine sürgün, memleket
özlemi, hemen her şiirinde dile gelir ama özellikle şu dizelerdeki duygular
yürek kanatır.
“Çok yorgunum, beni
bekleme kaptan.
Seyir defterini
başkası yazsın.
Kubbeli, çınarlı mavi
bir liman.
Beni o limana
çıkaramazsın…”
Tarih 3 Haziran 1963
günlerden Pazartesi. Vakit sabah. Nâzım, evinin kapısını açar, günlük
gazetelerini almak için eğilir…
Yeryüzü yolculuğunu
tamamlar. Bir daha kalkamaz.
“Sonra şu on yıldan bu
yana
Benim, fakir
milletime ikram edebileceğim
Bir tek elmam var
elimde doktor,
Kırmızı bir elma:
Kalbim.”
O, şimdi ülkesinden uzakta,
Moskova’da Novodeviciy mezarlığında yatıyor ve Anadolu’da bir köy
mezarlığında memleketinin toprağıyla buluşmayı, bu özlemin dindirilmesini
bekliyor.
Biz de Dalakçılılar olarak
yüreklerimizden toplayıp derlediğimiz bir demet memleket şarkısını, bir avuç
maviyi ona gönderiyor ve anısını sevgiyle selamlıyoruz.
Sevgi ve saygı ile kalın
TÜRK KÖYLÜSÜ
Topraktan öğrenip
Kitapsız bilendir
Hoca Nasreddin gibi
ağlayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir
Ferhad’dır
Kerem’dir
Ve Keloğlandır.
Yol görünür onun garip
serine,
analar babalar umudu
keser,
kahbe felek ona eder
oyunu,
çarşambayı sel alır,
bir yar sever
el alır,
kanadı kırılır
çöllerde
kalır,
ölmeden mezara koyarlar
onu.
O,”Yunusu biçaredir
Baştan ayağa yaredir”
Ağu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd
anlayan düşmesin önlerine
Ve bir kere vakterişip
“Gayrık yeter!...”
Demesinler.
Bunu bir dediler mi,
“İsrafil surunu urur,
Mahlukat yerinde
durur”
Toprağın nabzı başlar
Onun
nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur,
Ne
düşmanı kayırır,
“Dağları yırtıp ayırır,
Kayaları kesip yol eyler
abıhayat akıtmağa
(Kuvayi Milliye’den)
Nâzım Hikmet Ran
“
|